PKK’nın saldırılarını tırmandırdığı, özellikle de büyük kentlere taşıdığı böylesi günlerde hep iki zıt çağrı öne çıkar: “Vur kurtul” ve “ver kurtul”. “Zıt” demem lafın gelişi, aslında bu iki çağrı ikizdir. Zaten “vur kurtul” diyen birisiyle tartıştığınızda vurmakla kurtulmanın mümkün olmadığını kavrayınca hemen “O zaman verelim kurtulalım” demeye başlar. Aynı şey, “ver kurtul”u yegane çözüm olarak gören bir başka kişiyle tartıştığınızda da yaşanacaktır. Muhatabınız, vermekle kurtulmanın mümkün olmadığını görünce “asker neden Kandil’e girmiyor?”dan başlayıp “Bölücübaşı’yı neden asmıyoruz?”la devam eden tipik bir “vur kurtul”cuya dönüşür. Tam da bu noktada, PKK’nın Şemdinli, Çukurca, Foça gibi farklı yerlerde koordineli bir şekilde saldırarak Kürt olmayan kamuoyunu “ver kurtul” ile “vur kurtul” çaresizlikleri arasında işlevsizleştirmek istediğini ve bunu belli ölçülerde başardığını söyleyebiliriz.
Bazı acı gerçekler
Yazının burasında “ver kurtul” ya da “vur kurtul”cuların, “Neden mümkün değil?” sorusunun cevaplarını beklediklerinin farkındayım. Ama her iki yöntem o kadar sakil, o kadar gayri insani ve o kadar gerçeklere aykırı ki üzerlerinde daha fazla kalem oynatmaya değmez. Bunun yerine her türlü enerjimizi, bu topraklarda bir arada yaşama iradesini yeniden hakim kılmaya hasretmemiz gerekir.
“Peki bu nasıl olacak?” sorusuna gelince önce bazı saptamalar yapalım, daha doğrusu Kürt sorunu üzerine yazdığımız birçok yazıda dile getirdiğimiz bazı olguları hatırlatalım:
1) Uzun bir süredir PKK ve Kürt sorunları iç içe geçmiştir. “Kürt sorunu çözülürse PKK da biter” ya da “PKK’yı yenersek Kürt sorunu da büyük ölçüde halletmiş oluruz” gibi yaklaşımlar artık geçersizdir. Yani bunlardan yalnız birini çözmeye çalışmak beyhude olacaktır.
2) Buna bağlı olarak Kürtlerle PKK’yı ayrıştırmak giderek daha fazla zorlaşmakta, hatta imkansız hale gelmektedir.
3) Kürtleri, onlara hizmet götürerek ya da din kardeşliğine vurgu yaparak “kazanma” da iyice güçleşmektedir.
4) Türkiye’de “Kürt” ve “Kürt olmayan” diye tanımlayabileceğimiz iki farklı kamuoyu ortaya çıkmıştır. Bu kamuoylarının duygu, düşünce, kaygı ve beklentileri arasındaki mesafe giderek açılmaktadır. Birinin üzüldüğüne diğerinin sevinmesi, birinin sevindiğine diğerinin üzülmesi gibi acı bir durumla karşı karşıyayız.
Akil insanlara düşen görev
Peki bu sarmaldan çıkmak mümkün mü? Zor ama pekala mümkün. Öncelikle, karşılıklı birbirlerini besleyen milliyetçilikleri olabildiğince dizginlemeye çalışmak gerekiyor. Bunun için de milliyetçiliğe mesafeli ve eleştirel bakan akil insanlara büyük görev düşüyor.
Tabii haklı olarak, son 30 yılda bu yöntemin de fazlasıyla denendiği ama belli bir noktada tıkanma yaşandığı söylenecektir. Gerçekten de birçok Türk aydını, bedel ödemeyi göze alarak ve ödeyerek devletin Kürt politikasını cesaretle eleştirdi. Öte yandan çok sayıda Kürt aydını da PKK’nın izlediği çizginin başta Kürtler olmak üzere kimseye hayrı olmadığını söyleyerek risk aldı, almaya devam ediyor. Yaşadığımız bütün olumsuzluklara rağmen, eğer Türkiye bugün hâlâ bölünmemişse işte bu farklı kökenlerden cesur isimlere çok şey borçludur.
Ancak geldiğimiz noktada sözünü ettiğim akil kişilerin eleştirilerini diğer odağa yöneltmelerinin daha işlevsel olacağı kanısındayım. Yani akil Türklerin bundan böyle öncelikle PKK’yla aralarına bariz bir şekilde mesafe koyup eleştirmeleri, akil Kürtlerin de aynı şeyi devlete karşı yapmaları gerekiyor.
Bu konuyu tartışmayı sürdüreceğiz.