Ali Erbaş’ı nasıl bilirdiniz?

19.09.2025 medyascope.tv

19 Eylül 2025’te medyascope.tv'de yaptığım değerlendirmeyi yayına Gülden Özdemir hazırladı

Merhaba, iyi günler, iyi sabahlar. Profesör Ali Erbaş, 8 yıl sonra Diyanet İşleri Başkanlığı görevini dün itibarıyla bir başka profesör olan Safi Arpaguş’a devretti. Safi Arpaguş da İstanbul müftüsüydü. Bir 8 yıl kapandı. Peki geride ne kaldı? Nasıl bilirdiniz, diye sordum. Şunu öncelikle söyleyeyim: Çok kişinin umurunda olmadığını biliyorum. Eminim. Çünkü gerçekten Ali Erbaş, Türkiye’nin en önemli kurumlarından birisi olan Diyanet’in başında 8 yıl boyunca sorun dışında konuşulacak herhangi bir şey bırakmadı. Sorunların büyük bir kısmı da para pulla ilgiliydi, makam arabalarıyla ilgiliydi. Ama bir Diyanet İşleri Başkanı olarak Türkiye’de 1924’te kurulmuş, Cumhuriyet’in en temel kurumlarından birisi olan, din, devlet, toplum ilişkilerini düzenlemede çok önemli bir kurum olan ve hep tartışılan bir kurum olan bu kurumda, AK Parti iktidarının üçüncü başkanı olarak geldi ve en silik, en etkisiz isim olarak veda etti. Bakalım yerini alan Safi Arpaguş ne yapacak?
Şimdi Ali Erbaş’ı şöyle tanımlamak lazım ya da ben öyle tanımlamak isterim: Son dönemde Türkiye’de 1970’li yıllardan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış isimlerin çoğuyla tanıştım. Tanışmadıklarımı da biliyorum. Mesela peş peşe iki ayrı Lütfi Doğan Diyanet İşleri Başkanı oldu. Birisi Lütfü, birisi Lütfi; birisi Millî Selamet Partili, diğeri Cumhuriyet Halk Partisi’nden. İkisi de ama saygın isimlerdi. Daha sonra bir Tayyar Altıkulaç dönemi var. Yıllar süren bir dönem bu. Tayyar Altıkulaç bir çığır açmış Diyanet’te. Ama nasıl bir çığır açmış? Çok tartışmalı bir çığır açmış. Ama devletin bütün hassas kurumlarını rahat ettiren, onların kaygılarını gideren bir yapılanmaya gitmiş Diyanet İşleri Başkanlığında. Bambaşka bir şeymiş. Hâlâ tartışılır onun Diyanet İşleri Başkanlığı. Daha sonra Mehmet Nuri Yılmaz’ı görüyoruz. Mehmet Nuri Yılmaz çok zor dönemlerde yaptı. 28 Şubat döneminde mesela oydu Diyanet İşleri Başkanı. Hep durumu idare etti. Yani o kurumu korumak ve tabii ki kendi konumunu korumak ve gözlerin çok fazla din-devlet ilişkisine, din-toplum ilişkisine çevrildiği bir dönemde, tam Refah Partisi’nin yükselişi, İslami hareketin yükselişi döneminde Diyanet’i olabildiğince bunlardan uzak tutmaya çalıştı. Büyük ölçüde de başarılı oldu. Onun durumu bir anlamda o yaşanan büyük altüst oluşta Diyanet’in ayakta kalmasını sağlamak oldu. Daha sonra Sait Yazıcıoğlu’nun dönemi var. Sıraları karıştırıyor olabilirim ama Sait Yazıcıoğlu çok kısa bir dönemde oldu. Sait Yazıcıoğlu, Mehmet Nuri Yılmaz’dan hemen önce daha sonra Mehmet Nuri Yılmaz, AK Parti döneminde önce Profesör Ali Bardakoğlu, sonra Profesör Mehmet Görmez. Ali Bardakoğlu çok saygın bir ilahiyatçı, bir bilim insanı. Onun döneminde tam AK Parti’yle beraber devlet eliyle yukarıdan aşağı İslamileşme mi olacak, beklentisi vardı ve burada Diyanet’in kullanılması beklentisi vardı. Ali Bardakoğlu, Diyanet’i hiçbir şekilde siyasete bulaştırmadı. Benim tanıklığım öyledir. Olabildiğince sivil bir tutum takınmaya çalıştı. Ama 8 yıl sonra yerini yardımcısı Mehmet Görmez’e bıraktı. Mehmet Görmez de Ali Bardakoğlu çizgisini büyük ölçüde sürdürdü.
Bunların hepsi bir şekilde bulundukları yerlerde iz bırakmış, kurumun itibarını gözetmiş kişiler, kurumun gelişmesini gözetmiş kişiler. Ali Erbaş’a geldiğimiz zaman açıkçası son 8 yılda Diyanet İşleri’nin bir itibarı, zaten çok tartışmalı bir kurum, ne derece kaldı açıkçası bilmiyorum. Burada onun diğerlerine kıyasla daha düşük profilli bir ilahiyatçı olması da bence etkili. Yani bu saydığım isimlerin hemen hemen hepsi ilahiyat fakültelerinde hocalık yaparken hepsi bir şekilde dikkat çekmiş isimler. Ama Ali Erbaş öyle değil. Sakarya’da yapıyor ve Sakarya’da Fethullahçıların çok güçlü olduğu dönemlerde yapıyor. Fethullahçıların önemli isimleriyle beraber aynı dönemde yapıyor. Onların öğrencisi oluyor, onların jürilerine giriyor ve Fethullahçıların birtakım faaliyetlerinde de aktif roller üstleniyor. Ama Fethullahçı birisi değil. Yani orada kendine bir yer edinebilmek için yapmış birisi. Sonra bir şekilde Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez’in ardından geldiği zaman açıkçası o zaman kendime kızmıştım: "Ya böyle birisi varmış, ben duymamışım." Çünkü ben bir şekilde İslami hareketleri ve bu camiayı takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak duymadığım bir isim çıkınca çok şaşırdım. Ama sonra güvendiğim kaynaklara sorduğumda duymamamın çok normal olduğunu çünkü çok öne çıkmış bir isim olmadığını söylediler ve 8 yıl boyunca da bunu gördük.
Ne yaptı? Onun bir fotoğrafı var biliyorsunuz, minberde elinde kılıçla. Daha sonra her vesileyle ailesi, ailesinin harcamaları gündeme geldi. Kendisinin makam arabaları gündeme geldi. Hacca gittiği zaman yanında götürdüğü personel gündeme geldi ve özellikle son dönemde kadın hakları aleyhtarı cuma hutbelerini yazdırması, okutması gündeme geldi. Bir de tabii ki siyasetin çok fazla güdümünde olması ve siyasi konulara olur olmaz, gereksiz yere bence girmesi. Tabii buradaki temel mesele, özellikle onun dönemi büyük ölçüde Erdoğan’ın tek adam dönemine denk geldiği için Erdoğan’a kendini kanıtlamayla geçen bir dönem oldu. Ama bildiğim kadarıyla bu son 8 yıl, tabii ki Diyanet yüzünden ve Ali Erbaş yüzünden değil, ama genel olarak AK Parti iktidarının Türkiye’ye hediye ettiği ilginç bir şey var. O da özellikle genç kuşaklarda dinden soğumanın, dine mesafe koymanın alabildiğine arttığı bir dönem. Hatta gençlerin de dışında daha orta yaş ve daha ileri yaşlarda bir şekilde dindar olan birtakım kişilerin dindarlıklarını azalttıkları, hatta daha deizm gibi, bilinemezcilik gibi yerlere savruldukları bir dönem oldu.
Diyanet’in bu konuda araştırmalar yaptırdıklarını biliyoruz ama araştırmalar yaptırıp bunlarla kendilerince mücadele etme anlamında yaptıkları bir şey görmedim. Yapmışlardır, sorsanız yaptıklarını söyleyeceklerdir. Ama bu bakış açısıyla bir şeylerle baş edebilmeleri, böyle gelişmelerle baş edebilmeleri mümkün değil. Yani şunu söylemek istiyorum: Bir toplumun dinle olan ilişkisini zaten bir devlet kurumu denetleyemez, belirleyemez. Bu eşyanın tabiatına aykırı bir şey. Ama bugünkü iktidarın bunu yapmak istediğini biliyoruz. Ali Erbaş da Diyanet İşleri Başkanı olarak buna talip oldu ama sonuçta hiçbir şey yapamadı. Geride ne kaldı? Geride çok fazla bir şey kalmadı. Büyük bir ihtimalle insanlar onun adını hatırlamak için Google’a başvuracaklar. Adının da hatırlanacağını sanmıyorum. Tabii bu arada yeni Diyanet İşleri Başkanının adını öğrenmeye çalışacaklar. Zor bir soyadı var, Arpaguş. Ama onunla ilgili bildiğim, Ali Erbaş’la kıyaslanamayacak derecede akademik olarak güçlü bir isim olduğu, özellikle tasavvuf konusunda, Mevlevilik ve Nakşibendilik, İbn Arabi konusunda uzman olduğu ve becerikli birisi olduğu, yani o kurumu, o büyük kurumu idare edebilir.
Ama tabii ki nasıl idare edecek? O da herhâlde büyük bir ihtimalle Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içerisinde, esas olarak kendini ona göstererek bir Diyanet İşleri Başkanlığı yapmak durumunda kalacak. Bakalım göreceğiz. Yıllar önce, 20 yıl önce TESEV’e, Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili bir rapor hazırlamıştık iki arkadaşımla beraber. O zaman bayağı Anadolu’da Diyanet çalışanlarıyla, müftülerle, müezzinlerle, imamlarla konuşmuştum, etmiştim. Orada çalışmayı yapmadan önce Türkiye’de Diyanet’in kapatılması ya da özerkleştirilmesi çizgisinin doğru olduğunu düşünüyordum. Sonra şuna vardım: Bu doğru olabilir ama mümkün değil. Çünkü herkes bu durumdan memnun. Diyanet aslında şu anda Türkiye’nin önünde çok işe yarayan ama hiçbir iş yapmayan bir kurum olarak duruyor. Ve Ali Erbaş da o kuruma uygun birisiydi belki. Çok şey yapar gibi gözüktü. Hiçbir şey yapmadan, emekli oldu mu bilmiyorum ama Diyanet İşleri Başkanlığından ayrıldı. Nasıl bilirim? Çok da fazla bir şey bilmiyorum. 8 yılda konuyla ilgili biri olmama rağmen 8 yıl durumu idare eden, ne deniyor: İdare-i maslahat bir Diyanet İşleri Başkanı gördük.
Bugünkü ithafım Türkiye’de din sosyolojisi konusunda iz bırakmış bir isme, Profesör Nur Vergin’e. Nur Hoca Türkiye standartlarının çok üstünde bir isimdi. Kendisini 4 yıl önce kaybettik. Fransa’da ağırlıkla okumuş, sosyoloji okumuş. Daha sonra daha çok din sosyolojisi alanında çalışmalar yapmış birisiydi. Kendisiyle tam 40 yıl önce tanıştım. Nokta dergisinde bir kapak dosyası yapıyorduk: "Hidayete Erenler" diye, yani sonradan İslam’a geçenler diye. Nur Hoca da uzun bir süre daha ‘‘la dini’’ denebilecek, yani dinden uzak bir hayat yaşarken 1980’li yılların başlarında Müslüman kimliğini benimsemişti. Onunla bir röportaj yapmıştım. Orada hiç unutmuyorum bana dindarlaştığı anı anlatırken o duyguyu "Haleluya!" diye anlatmıştı. Haleluya biliyorsunuz Hristiyani bir terim. Batıyı çok iyi bilen birisiydi. Bir dönem Fethullahçılığın ilk dışa açılış döneminde onların yanında ve Fethullah Gülen’in yanında durdu ve onu da birçokları gibi kullanmak istediler. Bir müddet böyle gitti ama sonra kendini onlardan kopardı. Sormuştum kendisine: "Ne oldu?" demiştim. O Süleyman Demirel’e baba derdi. Çok yakındı Süleyman Demirel’e. Süleyman Demirel de ona bir tür manevi kızı gibi davranırmış. Süleyman Demirel onu çağırmış, demiş ki: "Kızım, onlardan uzak dur." deyip ona bir şeyler anlatmış ve ondan sonra babasının sözünü dinleyip nasıl söyleyeyim, Fethullahçılardan erken bir zamanda kopmuştu ve böylece de kendini daha korunaklı kılmıştı. Çok değişik birisiydi, çok bilgili birisiydi, dünyayı çok yakından takip eden birisiydi. Nevi şahsına münhasır birisiydi. Ve bir de bir dedikodu, tabii o zamanlar çok meşhurmuş: Gençliğinde, 20’li yaşlarındayken, o tarihin, Türkiye’nin en meşhur jönlerinden Fikret Hakan’la yaşadığı bir aşktan bahsedilir. Kendisine de sorduğumda doğrulamıştı ama ailesi, ki ailesi çok böyle diplomat, dedesi Atatürk’ün çocukluk arkadaşı Nuri Conker, onun torunu, Fikret Hakan’la evlenmemesi için onu kaçırdıkları rivayet edilir. Böyle de bir notla bitireyim. Kendisini rahmetle, saygıyla ve sevgiyle anıyorum. Söyleyeceklerim bu kadar iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
21.09.2025 AK Parti’de yaprak dökümü: İl başkanları niçin istifa ediyor?
20.09.2025 İmamoğlu “muhtar bile olamaz” mı?
19.09.2025 Ali Erbaş’ı nasıl bilirdiniz?
18.09.2025 CHP’yi neden bölemiyorlar?
17.09.2025 Cemaatlerin ipiyle kuyuya inilir mi?
16.09.2025 Hafta Başı (50): Kurultay davası ertelendi: CHP'nin gidişatı
16.09.2025 İslam Özkan ile söyleşi: Gazze’nin yalnızlığı sürüyor
16.09.2025 Mehmet Altan ile Türkiye’nin gidişatı: CHP’ye yargı kıskacı | İktidar savaşları gerçek mi?
16.09.2025 Bahçeli’nin “yeni bir paralel yapı” uyarısı ne anlama geliyor?
15.09.2025 Edgar Şar ile söyleşi: İktidar rejim değişikliği projesini rafa mı kaldırdı?
21.09.2025 AK Parti’de yaprak dökümü: İl başkanları niçin istifa ediyor?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı