Abdullah Öcalan, açlık grevlerini bitiren açıklamasıyla bir kez daha siyasi hayatımızın en önde gelen aktörlerinden biri olduğunu gösterdi. Anlaşılan önümüzdeki dönemde adını daha sık duyacağız. Ne var ki kendisine adeta peygamber muamelesi yapan sıkı takipçilerinin aşırı övgüleri ve onunla daha sonra ayrı düşmüş eski yoldaşlarının karalamaları dışında Öcalan üzerine, önemsenmeye değecek bir literatür olduğu söylenemez.
Bunun birçok nedeni olabilir. Ama en önemli nedeninin, Cengiz Çandar’ın ifadesiyle “Türkiye’nin Kürtlerinin hatırı sayılır bölümü ile Öcalan arasındaki sembiyotik ilişki” olduğu muhakkak. (“Sembiyoz” genel anlamda “birlikte yaşama” demek. Biyolojide, birbiriyle sembiyotik ilişki içinde olan iki canlı türünün, her zaman her iki taraf için de yararlı olması gerekmeyebiliyor. Psikiyatride de iki insan arasındaki aşırı bağımlılık ve bunların birbirlerini kullanmasına da sembiyotik ilişki deniyor.) Öcalan’ın Kürtlerle sembiyotik ilişkisi söz konusu olduğunda kimisi bunu çok abartırken kimisi küçümsüyor, kimisi de anlamaya çalışmıyor, hatta anlamaya direniyor.
Kavramın telif sahibi Çandar kendisini son gruba yerleştiriyor. “Mezopotamya Ekspresi” adını verdiği anı kitabının omurgasına Kürt sorununu oturtmuş ve doğal olarak PKK ve Öcalan’dan da geniş bir şekilde söz etmiş olan Çandar, Irak Cumhurbaşkanı (ve yakın dostu) Celal Talabani’nin kendisine “Türkiye Kürtlerinin bu adamın hâlâ arkasından gitmesini anlayamıyorum, senin bir izahın var mı?” diye sormuş olduğunu söylüyor, ama ona ne cevap verdiğini yazmıyor. Galiba bu sorunun cevabını birçoklarımız gibi Çandar da tam olarak bilmiyor.
Öcalan’a bakıştaki değişim
Yine aynı kitaptan devam edelim. Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiğini Yeni Delhi’deki bir toplantı sırasında öğrenen Çandar ilk günlerin ardından geldiği noktayı şöyle anlatmış: “Öcalan’ın ifadesini ve savunmasını hiç beğenmedim. Benim gözümde isyan ettiği devlete teslim olmuş, boyun eğmiş bir lider profili çizmişti. Öcalan’ın ve onunla birlikte PKK’nin bittiği, PKK’nin artık Kürt sorunu denkleminin dışına çıkacağı hükmüne vardım.”
Öyle ki bir grup DTP’li belediye başkanıyla yapılan kapalı bir toplantıda onlara şöyle seslenmiş: “Öcalan ile aranıza kesin bir sınır çekmediğiniz takdirde her girişiminiz, Fırat’ın batısında İmralı’nın yeni bir taktiği olarak algılanacak.” Hızın alamayıp 2007 yılı sonbaharında Diyarbakır’da basına açık bir toplantıda büyük bir kalabalığa “Kürtler bağırlarına taş basarak Öcalan’dan başka bir lider bulmak zorundalar” demiş.
Çandar’ın bir süre sonra yaklaşımını ve üslubunu değiştirdiğini, kendi kelimeleriyle konuşacak olursak, Öcalan ile Kürtler arasındaki sembiyotik ilişkiyi anlamaya direnmekten vazgeçtiğini ve anlamaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Çandar’ın Öcalan’a bakışındaki değişimi, kesinlikle onu eleştirmek ve suçlamak için aktarmıyorum. Tam tersine birçok kişinin benzer bir süreci yaşadığı ama bununla samimi bir şekilde yüzleşmediği bir ortamda Çandar’ın yaptığının takdire şayan olduğunu düşünüyorum.
Ne oldu da oldu?
Eğer içiçe geçmiş olan Kürt ve PKK sorunlarının çözümü için Öcalan realitesini kavramamız bir zorunluluksa (ki bence öyle) o zaman şu soruyu sormak hayatidir: Ne, nasıl oldu da birçok kişinin “bitti” dediği Öcalan küllerinden yeniden doğdu. Bu yeniden doğuşta devletin, PKK başta olmak üzere Kürt siyasi hareketinin ve tabii ki Öcalan’ın payı ne kadardır?
Bunun ardından içiçe şu iki soruyu sormak da yerinde olacaktır: Bu aşamadan sonra Öcalan’ın etkisizleşmesi/etkisizleştirilmesi mümkün müdür? Mümkünse, bu Türkiye’nin hayrına mı olur?
Spor Yazım:
Yeni Bir Mucizenin Eşiğinde